25 Şubat 2025 Salı
Çağatay Yiğit, Ebru Düzgün

Çağatay Yiğit ve Ebru Düzgün ile "Snap!!!" Üzerine

"SNAP!!!" fotoromanı, Ankara'da yaşayan üç ev arkadaşının dertlerine ve geçirdikleri bir geceye bizi davet ediyor. Senaryo ve fotoğrafların ait olduğu Çağatay Yiğit ile kitap tasarımı ve sanat yönetimini üstlenen Ebrü Düzgün ile kitabın yapım süreci, Yermekan'da yapılan sergi ve daha fazlası hakkında konuştuk.

Röportaj/Kapak Fotoğrafı: Melike Serin

Fotoğraflar: Yusuf Nadir Kadıoğlu  

Öncelikle kendinizden bahsedebilir misiniz?

Çağatay Yiğit: Ben Çağatay, Ankara Üniversitesi’nde Diş Hekimliği okudum. Yedi ay Diş Hekimi olarak çalıştım, sonra Almanya’ya taşınıyordum istifa ettim. Tam o dönemde de kitabı çektik. Gidiyorum telaşı da aslında kitabı fotoromana döndüren elementlerden biri oldu. Sonra daha detaylı gireriz zaten. İstifa ettiğim dönem vizem çıkmadı, ben de fotoğraf ve film üzerine tam zamanlı çalışmaya başladım.

 

Almanya’ya yüksek lisansa mı gidecektin?

Ç: Yok direkt mesleğimi yapmak için gitmeyi planlıyordum, çok uzadı süreç. Öyle bir yola girmeye hazır hissetmedim ve hem sevdiğim işi yapmaya başladım hem de burada kaldım. Şu an film ve fotoğraf üzerine çalışıyorum. Reklamcılık da yapıyorum bir yandan, öyle geçiyor hayatım.

 

Ebru Düzgün: Ben Ebru, İç Mimarlık mezunuyum. Bir süredir grafik işlerle uğraşıyorum. Okuldayken Sofar Ankara ekibine dahil oldum. Çağatay’la birlikte orada da çalışıyoruz. Cross Contamination dışında Yusuf ile minik bir atölyemiz var. Yakın zamanda da bir tasarım stüdyosu kurduk. Kurumsal kimlik, video-fotoğraf işleri yapıyoruz.

 

Ben ikinizin de farklı disiplinlerden geldiğinizi bilmiyordum. Biraz o geçiş sürecinden de bahseder misiniz?

E: Ben hiç mesleğe başlamadan başka bir alana yöneldim aslında. Okul döneminden bıkmıştım zaten çok nefret etmiştim. Severek başlayıp nefrete dönüşen bir süreçti. Sonra ben sanırım buna başlamaya hazır değilim deyip ondan kaçtım. 

 

Ç: Ben yaklaşık 6 senedir video ve fotoğraf üzerine çalışıyorum aslında. Fotoğrafa son dört senedir daha bir odaklandım. Bir belgesel çekmiştim aslında onunla başladı her şey. İzmir’den Mersin’e bisiklet sürmüştüm. Yine vize alamadığım için bari böyle bir şey yapayım dedim, telefonla da belgeselini çekmiştim. Sonra pandemi çıktı, pandemide onun tamamını editledim. 8 bölüm ve bir tane de uzun metraj belgesel olarak iki versiyonunu çıkardım. Ben zaten üniversitede okurken de bu işi yapıyordum aslında, iletişim tasarım okuyan bir öğrenci kadar yaratım ve üretimim oluyordu. Sonra Diş Hekimliğini bitirdim, çalıştığım dönemde bir müzik videosu işi aldım, Ebru’nun Sofar’dan arkadaşlarının işiydi. O dönem Sofar Ankara ekibiyle tanışmıyordum, sonradan girdim ekibe. O müzik videosunu yaparken Mert’le tanıştım. Mert’le çok iyi anlaştık, görsel dilimiz uyuştu. Sonra Mert’le çalışmaya başladım, kendisi bir yönetmen. Mertlerin bir alanı vardı, orada bir ofis kurduk. Tasarım ve kimlik ofisi yine, şimdi onlarla çalışıyorum. Bir yandan bu iş gidiyordu, nasıl bunu yaparak hayatta kalabilirim diye uğraşa uğraşa bir şekilde oldu. Çok yumuşak bir geçişti ama şanslı da bir insanım. Onu da kabul etmek lazım.

 

snap

O zaman biraz da fotoromandan bahsedebilir misiniz, ilk fikir nasıl ortaya çıktı, medyum olarak fotoroman fikri başından beri var mıydı yoksa ilk sadece hikâye mi vardı?

Ç: Medyum olarak bir kısa filmdi aslında. Ben bir senaryo yazmıştım, aşırı çekmek istediğim bir filmdi. Ama ne yapacak bütçe vardı ne çıkaracak güç vardı, ben de pes etmiştim.

 

Bayadır duruyordu o zaman senaryo,

Ç: Evet, ilk draftı iki sene önce falan yazmışım. Ben vazgeçtiğim dönemde Ebru da benim kahrımı çekiyordu. Ebru’nun da aklına nereden geldi bilmiyorum, dedi ki “Niye fotoroman yapmıyoruz?’’. Bir de ben bundan önce bir fotoğraf kitabı yapmıştım. “Home Away Home’’ diye. O sırada o fotoğraf kitabını bastırmaya çalışıyorduk. Sonra da Ebru’dan böyle bir fikir patladı. Ben duyar duymaz fotoroman fikrine çok heyecanlandım. Sonra açtık Instagram’ı kim oynayabilir diye. Çünkü en başta filmin önündeki büyük engellerden birisi de buydu. Ben kafamda üç kişiyi hayal ederek yazdım. Çok daha sert bir hikayeydi ilk haliyle. O zamanlar bir röportajda gördüm “Asla birini, bir yeri düşünerek yazmayın’’ diye. Onu yazmak çok riskli bir şeymiş, çünkü yeni başlayan biri isen onu yaratacak imkânın her zaman yok. Her neyse, biz de fotoromana karar verdik, Ebru’nun hayat kurtarıcı fikriyle. Sonra Instagram'da insanlar aramaya başladık tanıdığımız kim olabilir diye. İki üç insan denedik olmadı, sonra Mübeccel’e ulaştık. Mübeccel kabul ettikten sonra da Barış’a ulaştık.

 

E: İkisi de bu arada birbirlerinden çok bambaşka karakterler. Mübeccel daha içe kapanık, Barış full time parti modunda. Herkesle konuşabilen kaynatabilen biri. Sonra dördümüz bir gün buluştuk, bunlar bir anda kaynatmaya başladılar. Biz böyle elimiz ağzımızda izliyoruz onları. Dedik ki tamam bunlar oldu. Sonra program çıkarttık hangi gün ne olacak diye. 

 

Hikâye nasıl ortaya çıktı?

Ç: Bir ev arkadaşım vardı, çok zor bir ev arkadaşıydı. Kötü ayırdık evi. Ama onla pandemi sonrası o özgürleşme döneminde sürekli dışarı çıkıyorduk ve her gece saçma sapan şeyler oluyordu. İlk başta ‘’Night Out’’ temasında bir şey yazayım dedim, bir gece dışarı çıkmak ve onun getirileri, o gece tanıştığın insanları kapsayan. O gece sürtmek, yani biz nasıl sürtüyoruz onu anlatmak istedim. Ankara’da gençlik yaşamayı yansıtan çok az yaratı var, hatta neredeyse yok. Mezun olup ya burayı terk ediyorsun ya da burada çalışmaya başlıyorsun ama o gençliğini güzel kılan, betimleyen, onu güzelleyen bence çok az şey var Ankara’da. Burayı o kadar karamsar kılan şeylerden biri de bence bu, ben de güzellemek istedim çünkü hayatımdan mutluydum. Biz böyle dışarı çıkıyoruz ve arkadaşımla güzel bir gece geçirebiliyoruz. O temadan çıktı, onu yazmaya başladım. Bir eski sevgilimin arkadaş grubuyla takılıyorduk ve benim de o dönem çok kötü bir arkadaş grubum vardı. Berbat, oluyor işte. Onun depresyonunu anlatmaya çalıştım. Aslında Güneş karakteri dehşet karanlık bir karakterdi, şimdi çok daha romantik bir yerde duruyor. Bayağı tüm pisliği Güneş’e kusmuştum. Sonra biraz oyunculara göre revize ettik gibi oldu.

 

E: Tabii sonradan çok değişti. İlk draftı Çağatay bana okuttuğunda karakterlerin kendine has hikayeleri dışında o bir günde yaşanan şeylerin karmaşıklığı, sokakta karşılaştığın insanları, mekânları çok beğenmiştim. Vazgeçtiğinde o yüzden çok üzülmüştüm. Çizgi roman okumayı, alıp karıştırmayı çok seviyorum. Aynı zamanda sahaflarda eski fotoromanlar buluyordum. O yüzden aklıma fotoroman fikri geldi. Madem biz film çekemiyoruz, bunu fotoğraftan ilerletebiliriz bir şekilde diye düşündüm. Zaten halihazırda bir hikâye var derken oradan fotoromana bağlandı. Mübeccel ile Barış da projeye dahil olunca çok revize olmasa da biraz onlara göre revize edildi tabii ki.

 

Ç: Bir de bence ilk versiyonu çok gerçekti. İlk yazdığım kısım, ilk dönemler gergindi. Ve gerçek olduğu için bence kimse oynamak veya parçası olmak istemiyordu. Bence öyle güzellemek lazımdı. Ama oldurmak da lazımdı. Her neyse, böyle vardı şu anki haline.

 

 

snap

Senaryoyu okuduktan sonraki sanat yönetimi kısmında neler yaptınız?

E: En başta Çağatay ile oturup konuştuk bu karakterler nasıl ve gerçek hayatta nasıl bir hale bürünebilirler diye. Güneş karakterini neredeyse hiç görmüyoruz. O tamamen üçüncü bir göz o yüzden çok üstünde durmadık. Tamamen Mübeccel ve Barış üzerinden bir ilerleyiş oldu. En başta kendilerinden ilerledim. Barış benim bölümden arkadaşım, Mübeccel ile de bir etkinlikte tanışmıştık. Mübeccel hep yanında iki üç çanta taşıyan sürekli ekipmanla dolaşan bir arkadaşım. Hikâyede de Barış’ın birçok eşyasını Mübeccel taşıyor mesela. Günlük hayattaki o rutinlerini çok bozmadan sanat yönetimini hallettim. Doğal hallerine dokunmadan o hali yansıtmak amacımdı, öyle de oldu.

 

Ç: “Night Out” temasından yola çıkarak, bu insanlar bu geceyi dışarıda geçirecekler ve buna hazırlıklı olmalılar düşüncesi hikâyenin büyük bir parçası aslında. Yine Ankara’nın bir getirisi. Soğuk, ulaşım yok belli bir saatten sonra. Bunları öngörerek bu insanlar bir geceyi kesintisiz kendileri nasıl vakit geçiriyorsa onu yapmaya devam edecek kadar hazırlıklılar. Mübeccel yani Deniz karakterinin çakısında tirbuşon var, çok keyifçi bir yerden taşıdıkları şeyler var, ona odaklanmıştık. Onları bir araya getiren şeyler var. Mesela Deniz ile Güneş’in kamera sevdası, üçünün sokağa boya atması… Aşırı salmış haldeler çünkü çok alışmışlar buraya, bir şekilde gidecekler gibi bir hissiyat var.

 

Kitapta mekânlar da çok önemli bir yer kaplıyor, lokasyonları belirleme sürecinden bahseder misiniz?

E: Biz en başta bir rota çizdik. Benim mesela Ankara’da bir yürüme rotam var. Nereye gidersem gideyim, isterse o yol bir saat uzasın ben o belirli bir rotayı yürüyorum. Bu üç karakterin de evden çıktıktan sonra günün sonuna kadar yürüdükleri belli bir rota var, uğradıkları belli lokasyonlar var. Çünkü dışarı çıktığımızda da öyle, bir mekânda içildikten sonra dışarda hadi şu sokakta şurada bir köşede içelim, oraya kadar yürüyorsun belki başka sokaklardan geçiyorsun, diğer mekândan başka arkadaşını almaya gidiyorsun. O rotayı aslında biz oturttuktan sonra lokasyonlar da belli oldu.

 

Ç: Aslında en baştan belliydi. Direkt sahne isimlerinde nerede olacakları yazıyordu. Önceden mekanları çekmiştik, her sahnenin önceden demosu vardı. Kitabın ilk öyle bir demosunu hazırlamıştık, rota üzerinden bir harita çıkarmıştık.

 

E: Hatta Çağatay ile en başta o rotayı yürüdük.

 

Ç: Tabii, ilk buraya gelirler gibi önce o günü yaşadık. Onun tutarlılığı için uğraştık hatta bir noktada. Buradan şurayı görmemiz mantıksız, burayı görmezler, şöyle olmalı gibi o akışa çok özen gösterdik. Aslında tamamen topografya üzerinden de akan bir hikâye çünkü Ankara’nın dizaynında da o çok yatıyor bence. O yüzden rota kısmı çok önemliydi, oradan her şey yayıldı. Haritada ilerledikçe zaten belirlediğimiz rotayı yürüyerek gittiğimiz için “Burada bu oluyor burada böyle oluyor’’ diye ilerlerken bir noktada biz hikâyeyi yaşamaya başladık. Senaryoda yazan şeyler başımıza gelmeye başladı. Bu arada, çektikten sonra ikisi de Ankara’dan gitti. Kitapta da gitme durumları var özellikle Deniz karakterinin.

 

snap

 

Çekim sürecinde karşılaşmayı beklemediğiniz zorluklar yaşadınız mı ya da tam tersi zorlanacağınızı düşünüp çok kolay hallettiğiniz şeyler oldu mu?

E: Çekimleri dört günde çıkarabileceğimizi düşünmüyordum. 

 

Ç:Cinnah 19 zordu.

 

E: Diğerlerini yine daha rahat rahat çektik ama Cinnah 19’da bizim işimizi halledip buradan hemen çıkmamız gerek moduyla girdiğimiz için daha hızlı hareket etmek zorundaydık. Ama öyle çok bir problemle karşılaşmadık gerçekten. 

 

Ç: Odtü inanılmazdı. Biz mimarlık amfisinde 400 kareden fazla fotoğraf çektik ve hepsi de flaşlı. Kimse bir şey demedi bunlar burada ne yapıyor, neden bu kadar flaş patlıyor diye.

 

Sergi fikri nasıl ortaya çıktı?

E: Hikâyenin fotoroman olmasına karar verdikten sonra kitabı tasarlamaya başladık. Kitabı tasarlama süreci biraz zaman aldı. Sonra o kitabı sadece satışa sunmak ya da bir hesap açıp “Bakın biz böyle bir şey yaptık” ile kalmak istemedik. Aslında halihazırda bir görsel anlatım mevcut zaten. Sergi fikri oradan çıktı. Kitabı okumayan ya da kitaptan haberi bile olmayan insanlar buraya geldiğinde fotoğraflardan bir hikâye anlatımını görebiliyor. 

 

Ç: İyi de oldu, bir de erişilebilmesi lazım. Sadece kitap yapmakla kalınca on kişiye yakın insan görebiliyor. Bunlar zaten çok sınırlı basılan şeyler. Basılı yayın Türkiye’de aşırı zor ki biz kendimizi özgür olarak sürdürmeye çalışıyoruz. Onlar nerde bastırmış orayı deneyelim, şu kâğıda nasıl oluyor gibi tamamen deneme yanılmayla aslında. Ebru ile basım öğreniyoruz şu an. İyi matbaa da çok sınırlı. Ankara’da iyi bir matbaa tecrübesi yaşamak mümkün mü emin bile değilim.

 

E: Bu sergi olmasaydı Instagram’dan biri bizim hesabı görecek, kitabı beğenecek çok zor bir şey. Sosyal medya üzerinden ulaşılabilirlik dışında sabit bir yerde de var olmak iyi bir şey. Mesela Yermekân’ın önünden geçerken içeriyi gören herhangi birinin de dikkatini çekebilir, mekânı bilen bizi hiç bilmeyen birinin de. Sergi günü benim hiç tanımadığım görmediğim insanlar geldi mesela.

 

Ç: Bir de kulaktan kulağa yayılıyor. Bu gençliğimize aşk mektubu gibi bir şey ve ulaşması gereken amaç için de görünmesi lazım. Sonuçta bir kitap lansmanı da yapmak zorundaydık. İlk baskı için de bence sergi çok tatlı bir fikir oldu.

 

snap

Bu süreçte ilham aldığınız olay, kişi ya da sanatçılar var mı? 

Ç: Var tabii. Hunter S.Thompson. Kendisi gazeteci, manyak bir herif. Çok çılgın bir hikâye yazarı, o adamın kaosunu ben çok seviyorum. Anthony Bourdain, kendine has bir hikâye anlatıcılığı var. O ikisine ve anlatılarına çok tapıyorum. Onlar gibi bir şey yazmak çok istiyordum. Onlar tabi çok farklı şeyler yazıyorlar. Onlara çok odaklıydım anlatı konusunda. Diğer bir ilham da aslında tanıştığımız herkes, herkesten bir şeyler çaldım. Ankara’da tanıştığımız ve vakit geçirdiğimiz herkesten bir şey çaldım ya. Herkesle konuştuğum şeylerden minik minik koydum.

 

E: Öyle oluyor, çünkü bir noktada aslında konuştuğumuz herkesten bir şey alıyor, öğreniliyor, aktarılıyor. O yüzden aslında başka bir ilham noktasında gitme ihtiyacımız olmadı. İki oyuncu da gerçekten çok keyifli, dolu dolu insanlar. Onlarla konuşup zaten bir şeyler paylaştıktan sonra insanın içi sıcacık oluyor.

 

Sonraki planlarınız neler? 

Ç: “Home Away Home’’ bir fotoğraf kitabı. Sponsor meselesini çözüp onu çıkaracağız 2025’in ilk altı ayında. Bakalım, ilk seri yayın o olacak gibi.

 

E: Onun da bir sergisi olacak yine.

 

Ç: Kitaplar yapmaya devam edeceğiz gibi duruyor. Bu formattayız. Ben kitap yapmayı aşırı sevdim, hala da çok severek yapıyorum.

 

 snap

“Cross Contamination’’dan bahsedebilir misiniz?

Ç: Çapraz bulaşma diye çevriliyor. Aslında gıda ve sağlık sektöründe kullanılan bir terim. Bizim de böyle bir bulaşma hedefimiz var. Yaptığımız her şey dilden dile mi temasla mı nasıl olursa olsun bir şekilde bulaşıp kendi kendini sürdürebilir olmasını amaçlıyoruz. O yaklaşımı da şöyle yapıyoruz, çoğu zaman bir araya gelmemesi gereken şeyleri bir araya getirerek öyle bir etki yaratmaya çalışıyoruz diyelim.

 

Bu oluşumda sadece ikiniz mi varsınız?

E: Evet.

 

Büyümeyi düşünüyor musunuz?

Ç: Hayır. İki kişi ideal.

 

E: Çünkü kolektiften bir şey olmadığını düşünüyoruz. Tabii biz yine başkalarıyla çalışırız ama yine de o işin başında bir ya da iki kişi olması şart. Çünkü kalabalık bir işe girildiği zaman ve başında bir karar verici olmadığı sürece iş bitmiyor, bir sonuca varılmıyor. Bunu ikimiz de farklı farklı şekillerde ve birlikte de gördük. Sonra şey dedik, biz yine başkalarıyla zaten çalışırız ama bu fikir kısmı ve iş kısmının bizde olması lazım.

 

Ç: Bırakın sade kalsın ya. Çünkü altı da boş. Biraz kolektiflere gömelim mi bitmeden?

 

E: Aslında sen zaten kendin de tecrübe ettin, daha dilin yandı o konuda. Sen daha iyi biliyorsun.

 

Ç: Bizim kolektif de en başta tatlıydı, başında 2-3 kişi vardı. Bitmesi insanların aynı isteği paylaşmamasından ötürüydü. Pandemide tamam herkes boş ama asıl yiğidi er meydanında görüyorsun ya. Hayat normale döndüğünde sen hala buna vakit ayırmak istiyor musun, ya da parasız döneminde sen hala buna vakit ayırabilir misin? Şimdi çoğu kolektifin altı bence aşırı boş, bir yerden bir şekilde bir para akışları var ve gerisi tamamen ego mastürbasyonu. Kendi aralarında top paslaşarak kendi isimlerini büyüterek, yanlış olan her şeyi ismi sözde “özgür” bir şeyin adı altında daha da boklaştırıyorlar, tüm problem burada.

 

Biraz körler sağırlara dönebiliyor kolektif işi,

E: Biraz değil tamamen bence ona dönüyor. Çünkü en başta da sen ortak bir şeyleri paylaşıyor ol, 4 kişi olsun mesela burada dört kişiyiz, aynı şeyi yapmak istiyoruz ama orda dediğin gibi iş güç işin içine giriyor, para giriyor. Tamamen ikimizin yaptığı bu proje bile 10 ay falan sürdü. Ki o da kitap süreci sadece. O yüzden kolektifte bir şeye varamamanın sebebi tamamen kişisel noktalardan kaynaklanıyor.

 

Ç: Hah öyle şeyler var ve bir de, çok büyük sabır isteyen bir süreç. Her şey iki ayda çıkan ürünlerden ibaret değil bence. İnsanlar ona gerektiği zamanı vermeyi bilmeyince bir sürü böyle doğmamış eserlerden çöplük bir arşivin oluyor, o da acı verici yani. 

 

snap

Bu fotoromanı nasıl bütçelendirdiniz?

E: Cebimizden.

 

Sponsor arama süreciniz oldu mu?

Ç: Bunda çok zor ya. Bunda belki sanat fonları diyeceğim ama süreçte biz bile kendimizi bir noktada otosansür yaparken bulduk. O süreçte nasıl yapacağız, yok onu mutlu et bunu mutlu et derken ve sana hak gördükleri minnacık para için canına okuyacaklar.

 

E: Çünkü sponsor demek herhangi bir kişinin yaptığın her işte kontrolü olması demek. O yüzden bunda hiç öyle bir işe girişmedik ya. Çünkü bundan sonraki yapacağımız işler de bir seri üretim olmayacağı için ödenebilecek, kaldırılabilecek miktarlar. Hiçbir şekilde 5. Basım falan öyle bir şey olmayacağı için…

 

Ç: Keşke, keşke o kadar çok satsa da çıkarsak.

 

E: Bir yandan da ben istemen o kadar çıkartmak. Çünkü çok iyi tecrübe ettim. Bir şeyden ne kadar fazla varsa onun değeri o kadar düşüyor bence. Yaptığın o kaliteli işi gerçekten merak eden ve o kalitesini anlayabilecek kişiye ulaştırmak daha önemli ve değerli bence. Beş kişide olsun mesela bu kitap. Bence beş kişide olması yüz kişide olmasından çok daha değerli diye düşünüyorum.

 

Ç: Bilmiyorum, edisyon konusunda bir fikrim yok, şu an çok uzatırım.

 

E: Edisyonun mantığı o değil zaten. Edisyon koyduğun iş bir sanat eseri adı altında olabilecek bir şey. Sanat eserini de sen zaten neden beş yüz bin tane yapıyorsun gibi düşünüyorum, Çağatay tam öyle düşünmüyor.

Unite Mag Logo

E-Bültene Kaydol

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut et ipsum eget urna interdum malesuada. Quisque sollicitudin consectetur commodo. Proin malesuada velit tristique erat fringilla, eu pellentesque neque.
Unite Mag
UNITE
Ortak Mekan ve Kültür Sanat
Galeri | Performans | Atölye | Kafe | Co-working
Cinnah Cd. No: 7A, Ankara

© 2025 Unite Mag ALL RIGHTS RESERVED.